31 Mayıs 2010 Pazartesi

AŞK DERSİ


Bence oscarı Aşk Dersi (An Education), çarpık çurpuk amerikan propagandası The Hurt Locker’ dan daha çok hak eden bir film… Bu film almalıydı demiyorum ama madem adaylar kategorisindeydi ve benim The Hurt Locker’a verilen Oscar a olan kızgınlığım hala sürüyorken bunu söyleme ihtiyacı duyuyorum ve her seferinde de söyleyeceğim… Tamam belki Aşk Dersi biraz Oxford Üniversitesine giden yolda yaşanan zorluklar, çelişkiler ve bu üniversitenin reklamı gibi görünebilir ama asıl konuyu düşününce ve filmi geniş bir perspektifle izleyince o teziniz bence çürüyor… Güzel bir İngiliz filmi olması yanı sıra; güzel oyunculuklar, iyi müzikler, hoş kıyafetlerle süslü…
Bir kızcağız var baş rolde ve bu kız çok şeker, çok şirin, akıllı, uslu ve ne kadar babasının zoruyla olsa da Oxford a gitme ümidiyle derslerine sıkı sıkıya çalışıyor.. Bir gün karşısına tam bir ‘son of a bitch’ ( küfürleri İngilizce yazmak kelimeyi daha masum gösteriyor) çıkıyor, adam kızdan yaşça büyük.. Kız tabi ki adamın karizmasına, pahalı araba ve kıyafetlerine kapılarak neredeyse tüm hayatını mahvedecek bir kararın adımını atarak bu adamla sevgili oluyor… Adamı, kızın ailesi çok seviyor çünkü adam gerçekten terbiyeli, konuşmasını, oturup, kalkmasını bilen biri ve tabi ki bu onlara ve kıza gösterdiği yüzü... Bir gün adam kıza evlenme teklif ediyor ve olaylar ondan sonra patlak veriyor ki bu bahsettiğim kısım filmin sonlarına doğru…
Film oyunculuklarıyla gerçekten başarılı ki zaten en iyi oyuncu dalında adaylıkları var zaten demin söylediğim üzere en iyi film adaylığı da var geçen senenin oscarından… Bu adaylıkları ve aldığı ödülleri fazlasıyla hak eden bir dram.. Gençlerin, bir şeyler yapmadan önce büyüklere, hayatı bilen birilerine danışması gerektiğini anlatan, özellikle genç kızların bir öküze tapmadan önce iyi düşünmeleri gerektiğini anlatan bir film… Filmde İngiltere ve Paris in olması, biraz aşk, biraz nefret, biraz dram, biraz komedi, biraz felsefe ve biraz Edith Piaf olması çok hoşuma gitti ve hiç sıkılmadan izledim.. Zamanınız varsa tavsiye ederim…
Saygılarımla

19.4.2010

Kan Dökülecek


Paraya, sıfırdan başlayıp çok çabuk sahip olabilme, bu parayı kazanırken başkalarının zarar görmesi, ezilmesi, yok olması… İşte bu Amerikan Rüyası ve onun yan etkilerinin ana başlığıdır… Çoğu filmde görürüz bunu en bilinenleri arasında Scarface( Yaralı Yüz), Lord of War ( Savaş Tanrısı) gibi filmler var ki bunlar hep biraz daha illegal bir örgütlenmeyle zengin olmayı anlatıyordu ama ‘There will be blood’ ( Kan Dökülecek) gayet legal bir yapıyla, doğuştan iş adamı, bir Rönesans adamı -yeniliklere ve gelişmelere açık biri desek daha doğru olur tabi ki- tarafından zenginliğe giden yolda bir petrolcünün hikayesini anlatıyor… Film hakkında şahsi düşüncemi söylemem gerekirse gayet ilgi çekici ve tarzı olan bir film, gerek oyuncular, gerek senaryo, gerek ambiyans sıradan olmayarak filme artı puan kazandırıyor.. Daniel Day-Lewis in oyunculuğu takdiri hak edecek düzeyde ki zaten sürpriz olmayan, 2007 Oscar en iyi erkek oyuncu ödülünü bu filmden almıştı… Filmde bahsettiğim üzere Amerikan Rüyasının en uç, en keskin yerinden bahsediyor ki baş roldeki adam (Day- Lewis) bu rüya için doğmuş ve bu rüyayı gerçekleştirmek için yaşıyor gibi bir his var… Adam zengin olsun, en iyi olsun da gerisi önemli değil gibi bir eksisi var filmin… Filmin en sevdiğim yanlarından biri de gereksiz repliklerin olmaması, ilk on beş dakikada dahi tek bir replik yok ki daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere bir sinema filminde ilk on beş dakika çok önemlidir. Bu durum bence diğer bütün filmlere kafa tutuyor ve dönemin en iyi filmlerinden biri olduğunu zaten zamanında kanıtlamış... Filmin bir tarzı var dedim ya sürekli sosyal konulara değinerek devam ediyor.. Para ve din arasında ki kavga, iç içe geçememeleri ve aslında zamanımız koşullarında birbirinden ayrı kalamadıkları filmde fazlasıyla vurgulanmış…
Film 1800 sonları ve 1900 başlarında geçiyor… Daniel Plainwiev( Day- Lewis) madenci ve ileriyi, geleceğin petrole endeksleneceğini önceden görerek yana yana petrol arıyor,buluyor ve yavaş yavaş büyüyor tabi büyürken işlerinde yanında çalışan adamları güvenliksiz çalıştırdırdığından bazı kazalar sonucu kaybediyor… Bir kaza sonucu kaybettiği adamının yetim kalan oğlunu mecburen evlatlık alıyor ve aileye çok önem verdiğinden ki yanında çalışanları dahi ailesi olarak tanıtan Plainwiev evlat edindiği çocuğunu yaşı küçük olmasına rağmen hem oğlu hem de ortağı olarak tanıtıyor… Burada gerçekten geniş düşünen bir adam olduğunu anlıyoruz, kime ne iş vereceğini iyi biliyor bu adam, işçilerine nasıl yaklaşması gerektiğini biliyor ve bundan dolayı da işçilerin performansını arttırarak daha fazla kazanıyor… Bir gün ofisine Paul Sunday adında bir genç adam geliyor ve bu adam arazisindeki çatlaklardan petrol sızdığını ve bunun yerini söylemek için kendisine 500 dolar vermesini söylüyor tabi ki Plainwiev risk adamı hemen parayı veriyor yeri öğreniyor ve çocuğun gösterdiği araziye doğru yola çıkıyor… Oraya vardığında Paul Sunday den bahsetmeden evine gidiyor ve babasına kendisine araziyi satmasını söylüyor ama Paul’un diğer kardeşi kilisede vaiz olan Eli petrolden haberi olduğunu arazıyı satacaklarını ve eğer petrol çıkarsa kilisesine yüklü miktarda bağış yapmasını istiyor. Plainwiev bunu kabul ediyor çünkü eğer düşündüğü gibi petrolü bulursa inanılmaz derecede zengin olacağını biliyor… Sondaj makinesını kuruyor ve işe başlanıyor, daha ilk güden kazada biri ölüyor ama Plainwiev durmuyor sadece yarım gün paydos ediyor ve sonra tekrar devam ettiriyor, birkaç gün sonra sondajın üst tarafında makineyi izleyen oğlu o an fışkıran petrolden önceki gazın etkisiyle yere düşüyor o anda Plainwiev oğlunu almaya koşuyor (oğlu bu kazada duyma yetisini kaybediyor) ama bir yandan da inanılmaz derecede fışkıran petrolü kontrol etmeleri için adamlarına direktifler veriyor… Petrolü buluyor ve gün geçtikçe daha da zenginleşiyor ve gün geçtikçe daha da sapkınlaşıyor, daha aykırı oluyor, daha kendini beğenmiş oluyor… Para hırsı onu bitiriyor… Maddi olarak her şeye sahip olmasına rağmen filmin sonunda sevgiye ve şefkate sahip olmadan yaşamaya devam ediyor… Kanı gözünüzle göremiyorsunuz ama kan gerçekten dökülüyor…. Film aslında oyuncuları sayesinde kendini kurtarabilen bir film, ne kadar senaryo ve çekimler kaliteli olsa da yine de filmdeki ağırlık, anlamsız melankoli gözden kaçmıyor değil… Ama film izlenir, üzerinde konuşulunur ve dahası insanların duygusal derinliklerine eriştiğinden bir çok olumlu eleştiri alabilir… Türünün en iyisi değil, sadece türünde bir örnek…

18.4.2010

ZİNDAN ADASI


Scorsese her filminde ama istisnasız her filminde, hangi tarzda olursa olsun, beni koltuğuma çiviler. Film bitmeden kalkamam… Sinemaya gittiğimde keşke ara vermeseler de film aynen devam etse derim… Tek tek filmlerinin ismini vermeme gerek bile yok ki zamanı gelince hepsinin üzerinde ayrıntılı olarak duracağım zaten… Bu yazımda son filmi Zindan Adası ‘ndan (Shutter Island) bahsetmek istiyorum…
Scorsese Tutsak Adası’nda yine coşturdu beni… İnanılmaz bir film, gözünüzü bir saniye bile sahneden alamayacağınız bir psikolojik gerilim filmi… Film o kadar iyiydi ki ön çaprazımdaki koltukta oturan hatuna bile bakamadım.. Neyse ciddi olalım…
Ben her zaman söylerim bir film izlene bilinir bir film ise - dikkatinizi çekerim iyi veya kötü film demiyorum çünkü bir filme iyi veya kötü diyebilmemiz için o filmin nasıl yönetildiğine, oyuncularına, senaryosuna, kurgusuna, müziğine ve hatta filmde kullanılan kostümlere dahi bakmamız gerekir- bunu filmin ilk on beş dakikasında anlayabilirsiniz… Ben bu filmin ilk on beş dakikasındaki izlene bilirliği arttırabilecek altı neden buldum… Birincisi, Leonardo DiCaprio… Aslına bakarsanız DiCaprio bana tamamıyla itici gelen bir oyuncudur, sevmem ama Sezarın hakkı Sezara demişler, adam fevkalade oynuyor ki bu filmde fark ettim ki yeteneğine yetenek katmış… İkincisi, ilk sahnelerde yanından geçilen bir mezarlığın tabelasında ‘ Bizimde yaşadığımızı, sevdiğimizi ve güldüğümüzü unutmayınız’ yazısı… insanın tüyleri diken diken oluyor doğrusu… Üç, yine ilk sahneleri birinde yaşlı bir teyze ve bu teyzenin saçlar dökülmüş, dişler perişan ve başrol oyuncusu Teddy Daniels ( DiCaprio) ‘a hemşirelerin yaptığı gibi sus işareti yaparak gülümsemesi… Anlıyorsunuz ki gelecek sahnelerde gerecek sizi bu teyze… Dört, Sir Ben Kingsley, inanılmaz her zaman ki gibi fevkalade… Beş, baş rolün hatırladığı ölü insan yığınları, bunların bide kar yağarken soğuktan donmuş halleri filme ayrı bir gizem katıyor doğrusu… Altı, garip ama çok garip bir firar vakası…. İşte sırf bu saydıklarımdan, filmin sadece 15 dakikasından dahi kaç tane film çıkar ama film olur mu tartışılır gerçi bu dönemde o basit filmlerden çok var ama neyse konuya dönelim. Filmde biri kayıp ve bu kayıp kişi akli dengesini yitirmiş üç küçük çocuğunu boğmuş bir kadın… Olay yeri bir ada, bu ada ve kadının firar ettiği hapishane ki aynı zamanda hastane inanılmaz derecede iyi korunuyor… Bu olayı araştırması için Dedektif Daniels görevlendiriliyor, adaya geliyor ve olaylar tabi ki bir birine karışıyor kimin deli kimin akıllı olduğu, kimin kim olduğu, kimin iyi kimin kötü olduğu birbirine giriyor yani anlayacağınız at izi it izine karışıyor.. Film de öyle bir noktaya geliyorsunuz ki ‘ ulan acaba ben de mi deliyim? ‘ falan oluyorsunuz… Neyse saptırmayalım konuyu… Açıkçası filmin konusundan pek bahsetmek istemiyorum çünkü burada yazacağım her şey filmi izlediğinizde olayı çözmek için delil olarak kullanılabilirsiniz… Tek ve son kelimemi yazmak istiyorum ki bu film son on yıl içinde yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmlerden biri…
Saygılarımla
9.4.2010

AİLE


Bir film düşünün size bir yaşamı nasıl yaşamanız gerektiğini anlatsın tüm içtenliğiyle… Onurlu bir yaşamı, haysiyetli bir yaşamı, bu hayatta aileyi her zaman birinci planda tutmanız gerektiğini çünkü hayatta her şeyi bir yana bırakırsak ailenin, hayatın gerçekleri arasında olduğunu anlatan bir film düşünün… Bu filmde oynamak için oyuncular günlerce prova odalarının önünde sıra beklemiş ve hatta o kapı önlerinde uyumuş ve bu oyuncular bugünkü çok iyi dediğimiz oyunculardır… Bu filmin sadece prova çekimlerine dört yüz bin (400.000) dolar para harcanmış, sadece bu filmin belli bölümlerini çekebilmek için bir sokak altı ay boyunca kapatılmış ve bu sokak sakinleri artık rahat davranamadıkları için film şirketiyle mahkemelik olmuştur… Bu film çekileceği zaman inanılmaz zorluklar yaşanmış, hem yönetmen, hem oyuncular yapımcı firma tarafından kovulacakları korkusuyla filmi çekmişlerdir…
Sinema tarihinde bir fenomen olan, kendine ait bir felsefeyi barındıran, deminden beri kısa da olsa anlatabilmeye çalıştığım film The Godfather….
Kısa zaman önce bir dergide, sinema dergisinde okuduğum bir yazı beni gerçekten düşündürdü… Bu yazı ‘…1599 yılında yazılan Shakespeare ‘in Hamlet ‘i, Mozart ‘ın Requiem Mass In D ‘si (1791), Van Gogh ‘un Ayçiçekleri (1888) tablosuyla… , (The Godfather) Baba ‘yı izlemediyseniz, asla gerçek bir erkek veya kadın olmazsınız’ idi… Acaba diyorum çok mu abartıyorlar veya ben mi çok abartıyorum bu filmi hem kendi kendime düşünürken hem de çevreme anlatırken… Hayır, bu film hayatı anlatıyor, gerçeği anlatıyor… İnsanlar bazen güler manyak herif bu kadar takılmış bir filme diye ama asıl ben onlara gülerim… Baba ‘yı beğenenler veya beğenmeyenler çok çevremde, bunu kadınlar veya erkekler diye ayırmıyorum. Eğer bu filmi sevmiyorsanız , izlerken çok sıkılıyorsanız, bunu sakın sorun etmeyin çünkü bu durum sizin yaradılışınızdaki eksikliktir, elinizden hiçbir şey gelmez. The Godfather ‘ı anlayabilmek için öncelikle belli bir kapasiteye sahip olmak gerekir… Bu söylediklerime çok tepki göstereceklerdir, yok herkes izlemek zorunda mı, hayatta bu filmi izlemeden yaşanamaz mı falan filan ama Oscar Wilde ’ın bir sözünü hatırlatmak isterim ki ‘ insanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar’ … Neyse ciddi olalım…
İlk karşılaştığımız Don, Don Vito Corleone (Marlon Brando)… İnanılmaz bir karaketer… Zorluk içinde sahip olmuş gücüne, parasına… Hayatta büyük sorunlar yaşamış ama hiçbir zaman ailesini veya canından bildiği arkadaşlarını satmamış, onlara yanış yapmamış bir karakter… Artık son demlerini yaşamaktaydı mevkiinde ve zaten savaş içinde olan beş büyük mafya ailesi cebren ve hile ile yerine geçecek büyük oğlunu öldürtmüştü… Ailenin ve işlerin başına geçmek küçük oğlu Michael ‘in (Al Pacino) üstüne kalmıştı… Aslında Vito bunu hiç istemezdi çünkü Michael ‘i her zaman avukat, doktor veya senatör olarak hayal etmişti ama bazen hayatın bizi sürüklediği yerde mecburen kalmak ve üzerimize düşen görevi yerine getirmek zorundayız… Michael da bu şekilde düşünüyordu, ailesini yalnız bırakamazdı, babası zaten suikasttan kurtulmasına rağmen bitkin ve hasta idi… Anlayacağınız tek çaresi Don unvanını almak ve ailesini bu mafya pisliğinden kurtarmak istiyordu ama o ne kadar geri çekilmek istese, ne kadar yasal işler yapmak istese de suç dünyasının düzenbaz, kural tanımaz insanları onu içeri çekiyorlardı, ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı ... Don Corleone ileriyi göre bir karakter, her zaman çocukları ve özellikle ailesi için savaşan bir baba ki bunu ‘ailesiyle zaman geçirmeyen bir erkek, asla gerçek bir erkek olamaz’ sözüyle ispatlamıştır, çok paralar kazanacak olmasına rağmen masum insanların zarar göreceğini bildiğinden uyuşturucu işine girmeyen bir liderdi… Michael ‘in da ondan eksik kalır yanı yoktu, gayet başarılı bir liderdi ama herkes hata yapardı hayatta o da kardeşini öldürterek, karısını aldatarak, insan öldürerek ve öldürterek büyük hatalar yapmış ve inanılmaz pişman olmuştu… Biliyordu ki bu hatalar hiçbir zaman affedilmezdi, bunların yüküyle yaşamak zorundaydı ve ne zaman ki aileyi temize çıkarıp yasal işlere girmek istese onu mafyanın içine bi şekilde çekmeleri onu çok rahatsız ediyordu… Bir gün anladı ki bu yoldan dönüş yok, hırpalanmış ruhuyla artık savaşamazdı da ve artık o da başkasına bıraktı tahtını… Oğlu istememişti onun işleriyle ilgilenmeyi çünkü iyi anıları yoktu bu ailenin suç dünyasındaki geçmişiyle… Michael tahtını Vincent ( Andie Garcia)’a bırakmaya karar verdi.. O ağabeyi, öldürülen Sonny (Santino) Corleone ( James Caan) ‘nın gayri meşru oğluydu ama Vincent ’a bakan hiç tereddütsüz Sonny ‘nin oğlu olduğunu söyleyebilirdi… Michael artık inzivaya çekilmişti ve Vincent biliyordu ki ‘aile her şeyden üstündür’.
Filmi genel olarak alıp pek sahnelere deyinmememe rağmen beni her zaman etkileyen bir sahneden kısaca bahsetmek isterim.. Sahne ikinci bölüm (The Godfather: Part II) ‘den… Vito’nun gençliğini anlatan sahnede Vito ( Robert De Niro – Genç Vito Corleone rolünde)’nun çalıştığı bakkal dükkanındaki işine son verilmek üzeredir bazı nedenlerden dolayı ve bunu patronu ona zorlukla söleyebilmektedir. Tabi Vito o zamanlar daha tanınmayan biri, bir Don ya da gangster olarak bilinmeyen herhangi bir kişi ama çok saygı duyulan bir gençtir… Patronu yaklaşır ve onun artık çalışamayacağını ama bunu söylerken ne kadar üzüldüğünü anlatır Vito ise sorun olmadığını kendisine hep iyi davrandığını ve hiçbir zaman iyiliklerini unutmayacağından bahseder… Neyse Vito eşyalarını toplayıp evine dönmeye hazırlanır, yola koyulur. Biraz uzaklaştığında bakkalın sahibi elinde büyük kasa ve içinde dolu meyve, sebzeyle Vito’ ya seslenir.. Bunları evine götürüp iş bulana kadar idare etmesini ister ama Vito bakkalın tüm ısrarına rağmen onu kabul etmez nezaketinden ve gururundan… Eve gider onu karısı karşılar ve Vito cebinden küçük bir armut çıkartır masanın üstüne koyar bunu gören karısı çok sevinir ve buna mutlu olur… İşte bahsettiğim hayat, fedakarlık, sevgi, saygı, aile bağı budur… Eğer o kasa dolusu yiyeceği görseydi ne yapardı kim bilir? … Az ile yetinme, aç gözlü olmama… Bu filmi sevmemin nedenleri var, her hafta takıp bu filmi izliyorsam şu dünyada bazı şeylere özlem duymam ve hasret kalmamdır…
Bu film sinema tarihine gerçekten altın harflerle yazılmış bir film… En iyi filmler arasında gayet tabi olmakla birlikte listede her daim birinci sırada bulunmakta… Ümidimdir ki herkes Baba filmini izlesin ve inanıyorum ki bu filmi izledikten sonra hayata karşı bir şey öğrenecek, hayata bakış açınız değişecektir… Sinema tarihinde çok az film bunu başarabilir… Baba filmine olan saygımı bu yazılarla anlatırken bu filmin mimarı, inanılmaz yönetmenliğiyle Francis Ford Coppola ’ya ve fevkalade bir eser olan The Godfather kitabı yazan ve bu kitabı senaryoya çeviren Mario Puzo’ ya da saygılarımı sunmayı bir borç bilirim….
Saygılarımla
Güneş ÖNER

29.3.2010

CENNETİ VAAT EDEN ADAM: Hasan SABBAH


Hasan (bin) Sabbah, i.s. 12. yy. da yaşamış bir siyaset adamı, filozof, İsmaili ve daha sonra haşhaşiler denen tarikatın lideri, Alamut kalesinin efendisi… Kendisini, çevresine yeni peygamber olarak tanıtmış ve bunu başarmış, insanların zayıf noktasını bilen ve bunu sonuna kadar kullanabilen bir düşünür… Kimileri ona cani, katil demekle yetinir, kimileri onu öve öve bitiremez, hakkında yazılan kitapların haddi hesabı olmamakla birlikte efsaneleşmiş bir şahsiyet….
Çocukluğundan beri tanıdığı Ömer Hayyam ve ileride İran baş veziri olacak olan Nizam’ül Mülk ile birlikte çok iyi eğitim almıştı. Arkadaşlarıyla daha sadece sıradan delikanlılar iken eğer kim ilk yüksek mertebelere yükselirse diğerlerini kollayacak ve koruyacak diye birbirlerine yeminler vermişlerdi… İlk yüksek mertebeye Nizam ( ‘ül mülk) gelerek sözünde durdu ve Ömer Hayam a devlet tarafından maaş bağlayarak rahat bir hayat sürdürmesini ve rubailerini yazmasına yardım etmiş, Hasan ‘ı ise Sultanın huzuruna çıkararak, onun vezirlerinden biri olmasını sağlamıştı ama Nizam, Hasanın sultanla yakınlaşarak arkadaşlık kurmasını kıskanıp Hasana bir komplo hazırlayarak onun saraydan atılmasına sağlamıştı. Bu olaydan sonra Hasan ve Nizam arasında geri dönüşü olmayan bir düşmanlık oluştu ve Hasana yapılan komplodan dolayı Nizam ne kadar pişman olsa da telafisi yoktu. Hasan akıllı bir adamdı ve artık güveneceği kimse yoktu, yaşı gençti ve bütün gençliğini bilgeliğe adamaya yemin etmiş, bunun doğrultusunda tüm dünyayı dolaşarak bilgi nerdeyse orada bulunmuştu… Her yerde bulunmuş, her türlü dalavereyi, bilgeliği öğrenmişti ve bir zaman geldi artık topraklarına geri dönmesi gerekiyordu. Gençliğinden beri sempati duyduğu İsmaili tarikatına gelip onlara katılmayı planlıyordu ama kader Hasanın lehine çalışıyor ve onun istemediğinden fazla güce sahip olması için elinden geleni yapıyordu … İran’a dönerken bir deniz yolculuğu sırasında, okyanusun ortasında çok şiddetli bir fırtınayla karşılaştılar, bütün yolcular ölümü beklemekte ve kurtulmayı hiç ummamakla birlikte telaş içinde koşuştururken, Hasan bir kenara geçmiş ve sakin bir şekilde elmasını yiyordu. Ona neden bu kadar sakin olduğunu soranlara ‘Yüce Rabbim bizim sabaha limana varacağımızı ve kimsenin kılına zarar gelmeyeceğini bildirdi’ Hasan bu söyledikleriyle kendisinin yunan tragedyası diye isimlendirdiği hayata başlamıştı. Eğer bir şey olursa zaten öleceklerdi ama eğer Hasanın söylediği gibi hiçbir şey olmazsa Hasan, kendisini bir peygamber olarak göreceklerini biliyordu. Şans ki kurtuldular ve Hasan daha şehre inmeden haberi yayılmıştı, İsmaili tarikatına varmadan yaptığı duyulmuş ve tarikat onu kısa sürede başı, reisi olarak görmüştü… Hasan artık büyük bir toplumun lideriydi ve oyununu oynamaya başlamıştı ama ona bir kale gerekiyordu… Uçurumun kenarında bulunan bir kaleye göz dikmişti Hasan, tam istediği gibiydi kale, çölün önünde, tepenin en üstünde, kalabalık bir orduyla yaklaşılamayacak bir kale… Hemen kaleye çıkarak kalenin kralıyla görüştü ve krala ‘ bana kalende bir öküz derisi kadar yer verirsen sana küplerle altın veririm’ demişti, kral tabi ki kabul etti ve Hasan bunu şahitlerin ve dini liderlerin önünde yapma şartı koymuştu, kral bunu da kabul etti… Hasan tüm kurnazlığını kullanarak öküz derisini kenarlarından, ip kalınlığında kesmeye başladı ve uzun bir ip meydana geldi bu öküz derisinden olan ipi kalenin etrafından doladı, kral bunu anladığında çileden çıkmıştı ama iş işten geçmişti , Hasanın teklifini aralarında din büyüklerinin de bulunduğu şahitler huzurunda kabul etmişti… Hasan kaleyi kılıcını kınından çıkarmadan fethetmişti… Bu kaleye Alamut yani kartal yuvası ismini vermişti…
Bunu duyan iran halkı Hasana daha fazla saygı duymaya başladı ve çocuklarının ismaili tarikatının öğretisine katılmaları için can atıyorlardı… Hasanın istedikleri, planları yavaş yavaş gerçekleşiyordu ama Hasanın ülkeye döndüğünü haber alan Nizan’ül Mülk onun acilen yok edilmesini yoksa büyük tehlikeler doğuracağını anlatmaya çalışıyordu…
Hasan yavaş yavaş kaledeki düzenini oturtmuş, kendisine çok yakın olan ismaili bilginlerini (Dai) yanından ayırmıyordu… Kendisine ve ismaili davasına inananlar artıyordu. Gücünü tüm İran ı korkutacak seviyeye çıkartmayı başlamıştı çünkü Hasan kendilerinden korkmaları için öyle fedailer yetiştirmişti ki bu fedailere kendisinde cennetin anahtarlarının bulunduğunu söylüyordu. Fedailer Hasana ne kadar bağlı olsalar da bu söylediğine pek itimat etmiyorlardı, tabi ki Hasan bunu biliyordu ki bunun için gençliğinden beri tasarladığı bir planı devreye sokmuştu. Alamut kalesinin arka tarafına bir bahçe yaptırmıştı. Bu bahçede dünyanın en güzel meyvelerini, en güzel ağaçlarını ve çiçeklerini diktirmişti ve en önemlisi dünyanın en güzel kızlarını köle pazarlarından toplatıp bu bahçede eğitime tabi tutmuştu, burayı kutsal kitaptaki cennetin birebir kopyası olarak hazırlatmıştı. Kendi fedailerini önce yanına çağırıyor ve o zamanlar bilinmeyen haşhaş hapı içmelerini söylüyordu. Sanrılar ve halüsilasyonlarla uykuya dalan fedailer uyandıklarında kendilerini bu bahçede cennete gelmiş olarak buluyorlardı. Bu bahçede bu kızlarla her istediklerini yapan fedailer kızlar tarafından şaraplarına konan haşhaş hapla tekrar uyutuluyorlar ve Hasanın odasına taşınıyorlardı. Uyandıklarında Hasana secde ediyor onun ne kadar kudretli bir peygamber olduğunu söylüyorlardı ve tekrar cennete gitmek için ona canlarını vereceklerini söylüyorlardı. Bu fedaileri cennet konusunda kandırmak çok kolaydı çünkü daha 17 veya 18 yaşına yeni basmışlardı ve kadın yüzü görmemiş ve bilmedikleri o kadar çok ey vardı ki Hasan kolaylıkla istediğini yaptırabiliyordu onlara ki bir gün Sultanın bir elçisi kaleye gelerek Sultanın ordusunun çok kalabalık olduğunu ve eğer kaleyi teslim etmezse bir saldırı halinde yok olup gideceklerini söyledi ama Hasan Sabbah elçiye dönerek evet sizin ordunuz daha fazla dedi ama benim fedailerim var diyerek iki fedaisini yanına çağırdı; birine, eğer cennete gitmek istiyorsan bu hançeri kalbine sapla ve huriler emrine amade olsun sözünü bitirir bitirmez fedai hançeri kalbine mutlulukla sapladı. Diğer fedaiyi çağırarak eğer cennetteki hurileri, meyveleri, huzura kavuşmayı istiyorsa kalenin en üstüne çıkıp atlamasını emretti, fedai hiç tereddüt bile etmeden kalenin en yüksek kulesine çıkarak kendini boşluğa bıraktı. Elçi bunları derhal sulatana iletti ve sultan yapacak bir şey kalmadığını düşünerek Hasana saldırmaktan vazgeçti çünkü Hasanın fedailerinin korkusu yoktu ve bir savaş halimde bu fedailerin bir ölüm makinesine dönüşeceğini biliyordu ama bu geri çekilme kısa süre oldu tabi ki Hasan
‘ın kalesi bir çok saldıra uğradı ama fedaileri her eferinde tüm cesaretleri ortaya koyarak kaleyi koruyolardı… Liderliği boyunca Hasan, fedailerine bir çok suikast yapmaları emrini vermiş ve sonucunda cennete gideceklerini söylemişti… İngilizce’ye geçen assasin kelimesi haşhaşilerden gelmektedir çünkü tarihteki ilk suikastçı örgüt Haşhaşilerdir.
Hasan Sabah aslında insanlar üzerinde deneyler yapan, insanlı mutlu bir şekilde yaşatmayı vaat edip onlara istediği şeyleri veren ve bunun doğrultusunda insanlardan kendisine hizmet etmelerini isteyen bunun için ismaili tarikatını ve dini alet etmiş bir kişidir. Çünkü insanların en iyi inançlarıyla kontrol edilebileceklerini düşünür… Aslında Tanrının varlığına inanmayan bir kişidir. Tanrıya asla ulaşılamayacağını iddia eder çünkü güneş adilinde, zaliminde üstüne eşit yansıdığını, paranın zalimde de, iyi kişide de bulunduğunu, hastalıkların herkse tesadüfen geldiğini ve bu durumda bir tanrının olmayacağını çünkü tanrı varsa insanlara yardım etmesi gerektiğini düşünür… Hasanın öğretileri yüzyıllar boyunca okutulmuş, hanedanı devam ettirilmiştir ta ki Çinlilerin İran seferine kadar… Tarih onu cani olarak da yazar bir filozof olarak da… Anlattıklarım ne kadar kısıtlı olsa da buna siz karar verin…. Saygılarımla…
25.12.2009

WISE GUYS


Stratejik konumundan ötürü Sicilya tarih boyunca bir çok medeniyetin istilası ile karşılaşmış, bir çok devletin hükümdarlığı altına girmiş ve bu sebeple Sicilya halkı sürekli olarak ezilen bir toplum olmuştur. Sicilya yı istila eden devletler yerli halka zulüm etmiş, haklarını layıkıyla kendilerine vermemiştir bu nedenledir ki Sicilya toplumu hep içine kapanık olarak yaşamıştır. Kimseye güvenemez olmuş ve sorunları sadece kendi içlerinde halletmeye çalışmışlardır. Kendilerine hükmeden toplumların bazılarının özelliklerini almış, bazılarına karşı büyük kin duymuştur.
İslamiyet’in yayılmasıyla Arapların eline geçmiş ve Arapların kadınları ikinci plana atma ve her şeyi kendi ailesi içinde halletme kurallarını almışlardır. En fazla zulmü Fransızlardan çekmişlerdir ki bir rivayete göre mafia kelimesi ve yapılanmasının Fransızlara karşı örgütlenmeyle başladığı söylenir öyle ki Sicilya vatandaşları birbirlerini Morte ala Francia Italia anelia! (Fransızlara ölüm İtalya nın çığlığıdır!) diyerek selamlamaya başlamışlar daha sonraları Fransız askerler anlamasın diye bu sloganın baş harflerini alarak MAFIA ya dönüşmüştür fakat dediğim üzere bu sadece bir rivayettir çünkü sözlüklerde bu kelime Sicilya ağzına özgü ‘övünmek’ ya da ‘erkekçe’ anlamına gelmektedir ve Sicilya nın da suçla alakası yoktur, tabi ki ilk zamanlarda… Neyse ciddi olalım..
Sicilya o kadar büyük zulümlerden geçmiştir ki yanı başında yani İtalya da olan müzik, resim, tarım, bilim, mimari ve diğer alanlarda gerçekleşen Rönesans devrimlerinden mahrum kalır. Zaman gelir Sicilya halkı Fransızları adadan atar ve Fransızlardan gelecek yeni saldırılardan şüphelendikleri için onların düşmanlarını dost olarak bilip İspanya krallığından yardım isterler fakat gelen gideni aratır deyimi tam buraya cuk oturur İspanyollar öyle yönetirler ki Fransız ları arar olur Sicilya halkı. Kapalı bir kutu gibi, sansürler ve engizisyonun kurallarıyla yönetilirler onları. Ama tabi ki Sicilya daki örgütlenme yeniden gün yüzüne çıkar ve eşkıya ve haydutlar dağa çıkanlar, şehre inip İspanyol lord ve soylularını sıkıştırırlar. Bu duruma daha fazla dayanamayan lord ve soylular gün gelir Sicilya da büyük bir şehir olan Palermo ya taşınırlar daha sonraları ise adayı tamamen terk ederler. Bu zamana kadar aslında bu haydutların belli bir ismi yoktur kendilerine mafia dahi demezler fakat ne zamanki Amerika ya içki yasağı gelir ve Benito Mussolinin bu eşkıyaları yok etmesi gündeme gelir işte onlarda Amerika ya göçerler ve hikaye başlar….
Amerika da gerçek bolluğu paranın mükemmelliğini yakalarlar. İçki yasağında içki satarak, Nevada, Las Vegas da ki kumar yasağında gizli kumar oynatarak, kadın ticaretinin yasal olmamasından dolayı kadın ticareti yaparak, haraç alarak, soygun yaparak büyük bir servet meydana getirirler. Kendilerine Cosa Nostra (şu bizimkiler, bizim adamalar) der ve dışarıya karşı sır vermeme, aile için son nefesine kadar savaşmak, aile için canını vermek gibi katı kuralları olan Omerta yasalarına bağlı olarak yaşarlar. Polisle büyük ilişiler kurmuş ve bu nedenle kanun, yasalar ve ceza alma sorununu çömüşlerdir…
Bu adamlar her zaman iyi giyinirler,pahalı takım elbiseler,pahalı saatler ve her daim serçe parmaklarına altın bir yüzük takarlar, saçları her daim jöleli, suratları tıraşlı ve bakımlıdır eğer onların sert görüntüleri olmasa tam bir homo özelliği taşırlar ama sıkıyorsa onların yüzlerine söylemeyi cesaret edin… Kendilerini iş adamı olarak tanımlarlar, eğer bir suç işlemeye, örneğin banka soymaya gidecekleri zaman, hırsızlığa gidiyorum yerine işe gidiyorum tabirini kullanırlar. Ailelerine gayet bağlıdırlar ama hepsinin hem karısı hem de metresi vardır zaten metresi olamayana kuşkuyla bakılır. Erkeklik çok önemlidir onlar için, çalışacakları bir adamın Heteroseksüel olması şarttır kesinlikle Homoseksüel bir adamla çalışmazlar çünkü eğer içlerinde homo bir adam varsa iş yapacakları başka kişilerin onları önemsemeyeceklerini düşünürler, bir işi kaybetmek, kazanmaları gereken bir parayı kazanamamak onarlı çileden çıkartabilir… Örgütün başındaki kişiye Boss (‘Don’ ya da ‘caporegime’) denir onun yardımcısı olan ve her konuyu danıştığı kişiye Consigliere, bir alt kademede Underboss( 2. patron) ve ondan sonra capo lar gelir ve piramidin en altında ise soldier ( asker) şeklinde bir örgütlenme içindedirler. Genellikle Amerika da bulunurlar ve zamanla çeşitli ülkelerin ( rus mafyası, çeçen mafyası, Japon mafyası) örgütleri ortaya çıktıkça zayıflamışlardır. Hala varlığını sürdürdükleri ortadadır ama İtalyan örgütlenmesi Cosa Nostra nın şu anda pek güçlü olduğunu söyleyemeyeceğim… Ama bir gün onlarla karşılaşırsanız arkanıza bakmadan kaçın çünkü size reddedemeyeceğiniz bir teklifte bulunabilirler….
* Amerikadaki Cosa Nostra, halkın deyimiyle Mafia üyeleri, kendilerine wise guys(akıllı adamlar) derler.
16.12.2009

KİTAP MI? FİLM Mİ?



Dün akşam msn ’de Merveyle kitaplardan uyarlama filmleri konuşurken Merve ‘kitap daha iyidir’ deyip kapadı konuyu ama ben bugünkü yazımı bunun üzerine yazacağım düşüncesine daldığım için pek üstelemedim. Aslında bence böyle bir genelleme yapmak çok zor çünkü bazı filmler var ki kitabına kıyasla fevkalade güzellikte ama bazıları da bir dakikası dahi izlenmeyecek boyutta kötü olabilmekte. Tabi ki bir kitabı okumak insana daha çok şey öğretecek, işlenen duyguları daha iyi anlatacaktır ama filmdeki görselliği de kitaplarda vermek mümkün değildir. Mesela bir Stephen King romanını okuduğunuzda gerilimi parmak uçarınıza kadar hissedersiniz fakat senaryosunu yaptığı veya kitaplarından uyarlanan filmler konusunda aynı övgüde bulanamayacağım. Eğer bir Stephen King imzalı film görürseniz kaçın… Ama buna karşılık Sergio Leone’nin yönettiği ve yaklaşık üç buçuk-dört saate varan bir film olan Bir Zamanlar Amerika (Once Upon A Time in America) filmi, uyarlanan kitabı (yüz karası) kadar fevkalade bir sanat eseridir. Bu romanı bana lise yıllarında arda önermişti ve ben dahi, arlarında Serdar da olan iki arkadaşım, yaklaşık dört yüz sayfa olan bu romanı bir hafta içinde bitirmişizdir. Filmi ( Bir Zamanlar Amerika) zaten üzerinde sayfalarca yazı yazılacak kadar başarılıdır, baş rolünde Robert de Niro nun olması ayrı bir keyif tabi ki ama film yönetmeninden ötürü çok başarılı, keyifli bir filmdir... Dr. Hannibal Lecter maceraları kitapta o kadar sükse yaratmamıştır fakat konu senaristlerin eline geçmesiyle fevkalade bir film ortaya çıkmıştır. Tabi ki bu filmin başarısında Sir. Anthony Hopkins in büyük katkısı var ama Hannibal ı, Sir. Ridley Scott profesyonellikle çekilmesiyle, film büyük başarılar kazanmıştır . Filmdeki oyuncuların oyunu ve yönetmenin filmi büyük ustalıkla meydana getirip layıkıyla bir gerilim filmi yaratması ve bu gerilim filmini izlerken koltuklarınıza çakılmanız kitapta pek rastlamayacağınız bir şeydir bence… Tabi ki böyle bir konudan bahsedip de Yüzüklerin Efendisinden bahsetmesem çok büyük ayıp etmiş olurum… İlk kitabını (Yüzük Kardeşliği) okuduğumda gerçekten etkilenmiştim. Karakterler, bahsedilen konular büyüleyiciydi, yazarın( john Ronald Reuel Tolkien) dili fevkalade akıcı ve okuduğunuzda kendinizi adeta başka bir evrendeymişsiniz gibi hissettiriyor gerçekten… Tabi bunu büyük bir hararetle ikinci ve üçüncü kitaplar izledi. Çok geçmeden ilk filmi izledim (The Lord of the Rings : The Fellowship of the Ring), kitaptan ne kadar etkilediysem filmden de aynı seviyede etkilendim. Mekan kullanımı, kıyafetler, oyuncuların oyunculuğu, replikler… Fevkalade… Bu başarı aynı şekilde ikinci ve üçüncü filmde de korundu ki biz çocuklarla bir gün oturup tümünü bir günde izlemeye çalıştık, aslında zaman azlığından başaramadık ama üçünü de ard arda izlemek mümkündür bence. Denedim oradan biliyorum… Neyse ciddi olalım…
Bu konuya daha o kadar çok örnek verilebilir (Dövüş Klubü (Fight Club), James Bond filmleri, The Godfather, Dokuzuncu Kapı (The Ninth Gate)…), bu yazı uzayıp gider ama bunun bence bir genellemesi yoktur. Bazen kitap çok iyi olur, bazen film, bazen her ikisi iyi, bazen her ikisi kötü, bunlar bence çeken, yazan ve oynayan kişilere göre değişir….
4.12.2009